Thursday, July 29, 2010

Doris Lessing'in bir kitabına yazdığı önsöz

Bilim kurgu yazarlarının kitaplarına yazdıkları önsözleri okumak bazen en yoğun felsefi denemelerden daha çok haz veriyor bana. Seçmiş oldukları tür edebiyat dünyasında yıllarca öylesine tartışmalı olmuş ki, zaman zaman kendilerini temize çıkarma ihtiyacı içerisinde bazen mahçup, bazen de sert bir savunma ruhu içerisinde yarattıkları dünyaların kendi dünyamızla olan yakın ilgisini irdelemek zorunda kalmışlar. Bunlardan beni en çok etkileyenlerden biri Ursula K. LeGuin'in “Karanlığın Sol Eli”ne yazdığı önsözdür. Bir başka etkileyici önsözü de yeni keşfettim. Türkçe'ye de çevrilmiş olan “The Sirian Experiments”in başında yer alan bu kısa pasaj Lessing'in ve genel olarak bilim-kurgucuların düşünce dünyasının derinliğini ve kurguya duydukları derin bağlılığın felsefi bir açıklaması adeta. Yanlış hatırlamıyorsam Alfred de Vigny'nin “Chatterton” isimli oyununda şöyle bir replik vardı: “Şairler medeniyet gemisinin rotasını yıldızlara bakarak belirleyenlerdir.”
Aşağıda bu önsözün kendi yaptığım çevirisi bulunmaktadır. Zevk almanızı diler, hatalar için şimdiden affınıza sığınırım.

ÖNSÖZ

Shikasta ve nispeten daha az olarak Alan 3, 4 ve 5 in Evliliği kitaplarımın yarattığı etkiler bana bir tür açıklama yapmam gerektiğini hissetirdi... Eğer bir kozmoloji yarattıysam, altında sadece edebi bir sebep yatmaktadır! Bir zamanlar gençken, gerek dini gerek siyasi fikirlere daha kolay inanırdım; şimdi ise inanmakta gitgide zorlanıyorum... Ancak merakım sürekli artmakta... Bana öyle geliyor ki bu gezegenin bir türü olarak kendimize bakışımız hatalı ve bu bakışımız bizi takip edecek olan kuşaklar açısından, mesela Yeni Gine'dekilerin dünya hakkında görüşleri bize bugün ne kadar yetersiz geliyorsa o kadar yetersiz gelecek. Bir tür olarak kendimize bakışımız bugün tamamıyle yanlış. Olan biten hakkında bildiklerimiz gerçekten çok az. Asıl olan bitenin büyük kısmı sıradan vatandaşa anlatılmıyor, aksine bu bilgi küçük kast ve cuntaların malı olmuş durumda. Eğitim sistemimizin -ve tabi ki bu kürede yaşayanların büyük çoğunluğunun- saçma bulduğu birçok konuyu merak ediyor ve üzerine kafa patlatıyorum. Eğer bir fizikçi olsaydım ortada hiçbir sorun olmazdı! Onlar yıldızları yutan kara delikler hakkında gayet rahat konuşabiliyorlar. O kara delikler ki zaman-mekan sıçramaları yapabileceğimiz mekanizmaları keşfetmede bize bilgi verip, matematiksel elçabukluklarıyla aralarından geçerek kendimizi evrenimizin yasalarının geçerli olmadığı başka diyarlarda bulmamızı sağlayabilir. Onlar rahatlıkla kendi evrenimizle içiçe varolan ama göremediğimiz, zamanın geriye doğru aktığı ya da kendi evrenimizin bir ayna görüntüsü olan paralel evrenlerden bahsedebiliyorlar.
Bugünlerde heryerde karşımıza çıkan, en sık tekrarlanan alıntının J.B.S. Haldane'in sözleri olması bence bir rastlantı değil: “Artık düşüncem evrenin sadece sandığımızdan da tuhaf olduğu değil, sanabildiğimizden de tuhaf olduğudur.”
Hepimizin bildiği gibi okurların kozmolojilere ve düzenli düşünce sistemlerine “inanma” tutkularının altında yatan sebep dün kesin doğru kabul ettiklerimizin her gün giderek dağıldığı dehşetengiz ve hayret verici zamanlarda yaşıyor olmamızdır. Ama birbirleriyle kıyasıya mücadele içinde olan bu kesinliklerin yarattığı çorbada tuzum varmış gibi yargılanmak da istemem.
Tanımları gereği hayal güçleriyle işlerini yapan yazarların bu özelliği neden yeterince kabul görmez ki? Biz “uydururuz.” İşimiz bu.
Bu tarz uzayda geçen kurgulara kendim girişmeden evvel, bir uzay aracıyla kendi güneş sistemlerinden bizimkine gelip, kendi sistemlerinde güneşleri bir süredir kendilerine kötü davranmaya karar verdiğinden, bizim güneşimizin de zalimce davranıp davranmadığını soran yüksek zekalı bir zürafa türü hakkında hoşuma giden bir öykü okuduğumu hatırlıyorum. Kendi kendime şunu söylediğimi hatırlıyorum: En azından bu hikayenin yazarı uzay aracında bir zürafa olmanın nasıl bir şey olduğunu soran dikkatle yazılmış mektuplar almayacaktır.
İnsanoğlunun hayal edebileceği herşeyin bir başka yerde, bir başka gerçeklik düzleminde karşılığı olduğu söylenegelmiştir. Tüm edebiyatlarımız, kutsal kitaplarımız, mitlerimiz, efsanelerimiz -insan ırkının kayıtları- hep iyi ile kötü arasındaki görkemli mücadeleden bahsederler. Bu mücadele polisiye öykülerde, westernlerde, romantik romanlarda hep yansımasını bulur. Bu kavgayı ele almayan bir öykü, şarkı ya da tiyatro bulmak gerçekten zordur.
Ama hangi savaş bu? Nerede? Ne zaman? Hangi Güçler arasında?
Hayır, hayır, ne aşağılık uzay korsanlarıyla dolu Shammat diye bir gezegen olduğuna, ne bu gezegenin bizim zavallı küremizden enerji emdiğine, ne de gezegenimizin Canopus ve Sirius adında o büyük imparatorlukların çekişmelerine sahne olduğuna “inanıyorum.”
Ama kadim kozmolojilerde Canopus ve Sirius'un bu denli büyük rol oynaması birşeylerin göstergesi olamaz mı?
“İyi” ve “kötü” hakkında fikirlerimiz neyi yansıtmaktadır?
Gezegenimizin bizden daha ileri yaratıklar tarafından deneyleri için kullanılmış olduğunu öğrenmek beni şaşırtmazdı... Ya da binaların boyutlarının tahmin edemediğimiz şekillerde bizi etkilediğini ve geçmişte varolmuş olup sonradan unuttuğumuz bir başka bilimin olduğunu öğrenmek... Ya da zamanında bilemediğimiz yollarla köleleştirilmiş veya yardım görmüş olduğumuz... Veya zamandaki konumumuz hakkında nadiren gerçeklerle örtüşen kişisel görüşlerimizin “yaşlanma” olgusuna şaşırmamıza yol açmasının belki de geçmişte bir başka tür yaşam döngüsüne sahip olmuş olabileceğimizin bir göstergesi olabileceği, ve bu geçmişin biyolojik anlamda aslında yakın bir geçmişe tekabül etmesinden dolayı henüz tarafımızdan psikolojik olarak hazmedilememiş olması.... Ya da her çeşit antik araç-gerecin bir zamanlar -belki de hala- henüz tahmin edemediğimiz işlere yaradığı... Ya da insan ırkının geleceği hakkında şu anda tasavvur edebileceğimizden çok daha muhteşem bir planın varolduğu... Ya da...
Ay'ımızda uzaylıların yaşadığına “inanmıyorum.” Ama neden olmasın?
UFO'lara gelince; hem bilimsel hem de sivil çevrelerden birçok akıllı, sorumlu, duyarlı insanın bolcana sunduğu kanıtlara inanmamak bazen zor olsa gerek.
Bir başka nokta...
Bu kitapta yarattığım dişi bürokrat, tekdüze, adil, görevine bağlı, etkin ve kendi doğası hakkında yanlış fikirlere sahip. Kendisi yetenekli bir idareci, bir toplum mühendisi. Ambien II'yi aslında çok daha fazla sevebilirdim. İlgilendiği meselelerin bir kısmı tabi ki benim de ilgi alanlarım. Bunlar arasında en önde gideni grup aklıyla, yani nadiren kabul ettiğimiz ama hepimizin bir parçası olduğu o topluluk aklıyla ilgili. Kendimizi özerk varlıklar olarak görmeye meyilliyiz; zihinlerimiz kendi ürünümüz, inançlarımız serbestçe seçilmiş, fikirlerimiz kendimize özgü ve biricik diye düşünürüz... Milyarlarcamızın yaşadığı bu gezegen üzerinde hala her birimizin biricik olduğuna inanmaya, ya da her ne kadar diğerleri yığının içindeki noktalar kadar önemsiz olsa da en azından Ben'in kendi kaderini tayin eden, kendi zihnine sahip olan bir varlık olduğunu düşünmeye hazırız nedense. Acayip olan bu işte, ve üzerinde düşündükçe gitgide daha da acayipleşiyor bence. Kendimiz hakkında böyle düşüncelere nasıl varıyoruz?
Bana öyle geliyor ki fikirler insanlık boyunca gel-gitler halinde yayılıyor.
Nereden geliyorlar peki?
Okur ve eleştirmenlerin bu seriyi, yani Canopus Argos'ta: Arşivler serisini sürükleyici (olduğunu umduğum) birkaç hikaye anlatmamı sağlayan, hem kendime hem de başkalarına sorular sorduran, bazı fikirleri derinlemesine incelemek ve sosyolojik olasılıkları değerlendirmek için kullanabileceğim bir çerçeve olarak görmelerini dilerim.
Tabi ki aslında bahsetmek istediklerim Kızıl ve Beyaz Cüceler ve onların Hatırlayan Aynası, (anti-yerçekimi gücüyle beslenen) uzay roketleri, refakatçi varlıkları olan Hadron, Gluon, Pion, Lepton ve Muon, ve Tılsımlı Kuvarklarla Renkli Kuvarklar.
Ama hepimiz de fizikçi olamayız ki...