Sunday, October 10, 2010

FRAGILE ! HANDLE WITH CARE

As with all notions, the century has also cracked down on the school of thought called materialism and has taken up a role in today's daily discourse occupying a strange and vague, if not downright wrong position in describing an attitude towards the world. Today, the clinging to a certain object for no apparent reason (say a t-shirt that has holes in it, whose holder continues to wear even though it looks as if it is about to burst into threads) is often confused with an obsession with inanimate objects and a pathological strain that urges the subject to yearn for possession of the object or to mourn excessively for its loss. In fact, today's consumer culture has overturned the interest (to find a neutral enough word) to an object as shameful, though at the same time it urges everyone to get hold of (and get rid of) more and more. Apart from the usual and justified arguments on global warming and climate change, Marx's understanding of the commodity is more validated than ever. Today, the severed link between man and its labor can be strengthened with an outlook to possessions that also answers to a spiritual dimension. A man-made object comes out of the pockets of other men, no matter what way it was produced. It may not go back into the pockets it has come out of, nonetheless it carries the residue of human effort and all the shared associations therein. Casting away an object without trying to extend its life is not materialism (in the sense of Madonna's material girl) but rather to recognize and value the existential time one or many people have put into it. True materialists I would say are the thriftiest. Not in the short-sighted (though equally valid) interpretation pertaining to household economy and the like, but because the only way to fight the dehumanization and disrespect to objects that consumerism entails and purports is by attaching some significance to the assistance the object adds to our daily, small struggles. The way one treats an object turns out to be a clear indication of character. Paying the respect due to human effort in its metamorphosed form extends its force to the respect and recognition of what many see as trifles: the daily habits one makes, the public persona one constructs to meet the people that we meet, and the personal details one adds to the aforementioned tasks through long meticulous days of self-searching and contemplation that are the pillars that a true, honest, personal philosophy rises upon. Monetary value is in the background, though still inevitably there. However, objects still deserve a similar respect one pays (if one does that is) to father's watch for example, even if it is illusory and mocked by others. Like the Japanese, the true art of living and being at peace with it all may lie in the conscious effort to add art and beauty to all aspects of our interaction with the universe. All this may be criticized cynically as self-serving, which I would agree, though I am a firm believer that a trained care accorded to the way we deal with the objects that assist in our lives will lead to the careful handling of our human relationships, which are as, if not more fragile than the objects that surround us. We tend to forget that most of our objects will outlive us, and if imbued with enough sincere emotion, will carry on our name with the associations it draws on like a magnet by the people that know, and hopefully, love us. Of course, just like with the loss of a loved one, one always has to remember to let go... This world, with all the people, ipods, jackets and bushes in it, will constantly evade our grasp pleasing us with their company first, then hurting us with their inevitable demise...

Thursday, July 29, 2010

Doris Lessing'in bir kitabına yazdığı önsöz

Bilim kurgu yazarlarının kitaplarına yazdıkları önsözleri okumak bazen en yoğun felsefi denemelerden daha çok haz veriyor bana. Seçmiş oldukları tür edebiyat dünyasında yıllarca öylesine tartışmalı olmuş ki, zaman zaman kendilerini temize çıkarma ihtiyacı içerisinde bazen mahçup, bazen de sert bir savunma ruhu içerisinde yarattıkları dünyaların kendi dünyamızla olan yakın ilgisini irdelemek zorunda kalmışlar. Bunlardan beni en çok etkileyenlerden biri Ursula K. LeGuin'in “Karanlığın Sol Eli”ne yazdığı önsözdür. Bir başka etkileyici önsözü de yeni keşfettim. Türkçe'ye de çevrilmiş olan “The Sirian Experiments”in başında yer alan bu kısa pasaj Lessing'in ve genel olarak bilim-kurgucuların düşünce dünyasının derinliğini ve kurguya duydukları derin bağlılığın felsefi bir açıklaması adeta. Yanlış hatırlamıyorsam Alfred de Vigny'nin “Chatterton” isimli oyununda şöyle bir replik vardı: “Şairler medeniyet gemisinin rotasını yıldızlara bakarak belirleyenlerdir.”
Aşağıda bu önsözün kendi yaptığım çevirisi bulunmaktadır. Zevk almanızı diler, hatalar için şimdiden affınıza sığınırım.

ÖNSÖZ

Shikasta ve nispeten daha az olarak Alan 3, 4 ve 5 in Evliliği kitaplarımın yarattığı etkiler bana bir tür açıklama yapmam gerektiğini hissetirdi... Eğer bir kozmoloji yarattıysam, altında sadece edebi bir sebep yatmaktadır! Bir zamanlar gençken, gerek dini gerek siyasi fikirlere daha kolay inanırdım; şimdi ise inanmakta gitgide zorlanıyorum... Ancak merakım sürekli artmakta... Bana öyle geliyor ki bu gezegenin bir türü olarak kendimize bakışımız hatalı ve bu bakışımız bizi takip edecek olan kuşaklar açısından, mesela Yeni Gine'dekilerin dünya hakkında görüşleri bize bugün ne kadar yetersiz geliyorsa o kadar yetersiz gelecek. Bir tür olarak kendimize bakışımız bugün tamamıyle yanlış. Olan biten hakkında bildiklerimiz gerçekten çok az. Asıl olan bitenin büyük kısmı sıradan vatandaşa anlatılmıyor, aksine bu bilgi küçük kast ve cuntaların malı olmuş durumda. Eğitim sistemimizin -ve tabi ki bu kürede yaşayanların büyük çoğunluğunun- saçma bulduğu birçok konuyu merak ediyor ve üzerine kafa patlatıyorum. Eğer bir fizikçi olsaydım ortada hiçbir sorun olmazdı! Onlar yıldızları yutan kara delikler hakkında gayet rahat konuşabiliyorlar. O kara delikler ki zaman-mekan sıçramaları yapabileceğimiz mekanizmaları keşfetmede bize bilgi verip, matematiksel elçabukluklarıyla aralarından geçerek kendimizi evrenimizin yasalarının geçerli olmadığı başka diyarlarda bulmamızı sağlayabilir. Onlar rahatlıkla kendi evrenimizle içiçe varolan ama göremediğimiz, zamanın geriye doğru aktığı ya da kendi evrenimizin bir ayna görüntüsü olan paralel evrenlerden bahsedebiliyorlar.
Bugünlerde heryerde karşımıza çıkan, en sık tekrarlanan alıntının J.B.S. Haldane'in sözleri olması bence bir rastlantı değil: “Artık düşüncem evrenin sadece sandığımızdan da tuhaf olduğu değil, sanabildiğimizden de tuhaf olduğudur.”
Hepimizin bildiği gibi okurların kozmolojilere ve düzenli düşünce sistemlerine “inanma” tutkularının altında yatan sebep dün kesin doğru kabul ettiklerimizin her gün giderek dağıldığı dehşetengiz ve hayret verici zamanlarda yaşıyor olmamızdır. Ama birbirleriyle kıyasıya mücadele içinde olan bu kesinliklerin yarattığı çorbada tuzum varmış gibi yargılanmak da istemem.
Tanımları gereği hayal güçleriyle işlerini yapan yazarların bu özelliği neden yeterince kabul görmez ki? Biz “uydururuz.” İşimiz bu.
Bu tarz uzayda geçen kurgulara kendim girişmeden evvel, bir uzay aracıyla kendi güneş sistemlerinden bizimkine gelip, kendi sistemlerinde güneşleri bir süredir kendilerine kötü davranmaya karar verdiğinden, bizim güneşimizin de zalimce davranıp davranmadığını soran yüksek zekalı bir zürafa türü hakkında hoşuma giden bir öykü okuduğumu hatırlıyorum. Kendi kendime şunu söylediğimi hatırlıyorum: En azından bu hikayenin yazarı uzay aracında bir zürafa olmanın nasıl bir şey olduğunu soran dikkatle yazılmış mektuplar almayacaktır.
İnsanoğlunun hayal edebileceği herşeyin bir başka yerde, bir başka gerçeklik düzleminde karşılığı olduğu söylenegelmiştir. Tüm edebiyatlarımız, kutsal kitaplarımız, mitlerimiz, efsanelerimiz -insan ırkının kayıtları- hep iyi ile kötü arasındaki görkemli mücadeleden bahsederler. Bu mücadele polisiye öykülerde, westernlerde, romantik romanlarda hep yansımasını bulur. Bu kavgayı ele almayan bir öykü, şarkı ya da tiyatro bulmak gerçekten zordur.
Ama hangi savaş bu? Nerede? Ne zaman? Hangi Güçler arasında?
Hayır, hayır, ne aşağılık uzay korsanlarıyla dolu Shammat diye bir gezegen olduğuna, ne bu gezegenin bizim zavallı küremizden enerji emdiğine, ne de gezegenimizin Canopus ve Sirius adında o büyük imparatorlukların çekişmelerine sahne olduğuna “inanıyorum.”
Ama kadim kozmolojilerde Canopus ve Sirius'un bu denli büyük rol oynaması birşeylerin göstergesi olamaz mı?
“İyi” ve “kötü” hakkında fikirlerimiz neyi yansıtmaktadır?
Gezegenimizin bizden daha ileri yaratıklar tarafından deneyleri için kullanılmış olduğunu öğrenmek beni şaşırtmazdı... Ya da binaların boyutlarının tahmin edemediğimiz şekillerde bizi etkilediğini ve geçmişte varolmuş olup sonradan unuttuğumuz bir başka bilimin olduğunu öğrenmek... Ya da zamanında bilemediğimiz yollarla köleleştirilmiş veya yardım görmüş olduğumuz... Veya zamandaki konumumuz hakkında nadiren gerçeklerle örtüşen kişisel görüşlerimizin “yaşlanma” olgusuna şaşırmamıza yol açmasının belki de geçmişte bir başka tür yaşam döngüsüne sahip olmuş olabileceğimizin bir göstergesi olabileceği, ve bu geçmişin biyolojik anlamda aslında yakın bir geçmişe tekabül etmesinden dolayı henüz tarafımızdan psikolojik olarak hazmedilememiş olması.... Ya da her çeşit antik araç-gerecin bir zamanlar -belki de hala- henüz tahmin edemediğimiz işlere yaradığı... Ya da insan ırkının geleceği hakkında şu anda tasavvur edebileceğimizden çok daha muhteşem bir planın varolduğu... Ya da...
Ay'ımızda uzaylıların yaşadığına “inanmıyorum.” Ama neden olmasın?
UFO'lara gelince; hem bilimsel hem de sivil çevrelerden birçok akıllı, sorumlu, duyarlı insanın bolcana sunduğu kanıtlara inanmamak bazen zor olsa gerek.
Bir başka nokta...
Bu kitapta yarattığım dişi bürokrat, tekdüze, adil, görevine bağlı, etkin ve kendi doğası hakkında yanlış fikirlere sahip. Kendisi yetenekli bir idareci, bir toplum mühendisi. Ambien II'yi aslında çok daha fazla sevebilirdim. İlgilendiği meselelerin bir kısmı tabi ki benim de ilgi alanlarım. Bunlar arasında en önde gideni grup aklıyla, yani nadiren kabul ettiğimiz ama hepimizin bir parçası olduğu o topluluk aklıyla ilgili. Kendimizi özerk varlıklar olarak görmeye meyilliyiz; zihinlerimiz kendi ürünümüz, inançlarımız serbestçe seçilmiş, fikirlerimiz kendimize özgü ve biricik diye düşünürüz... Milyarlarcamızın yaşadığı bu gezegen üzerinde hala her birimizin biricik olduğuna inanmaya, ya da her ne kadar diğerleri yığının içindeki noktalar kadar önemsiz olsa da en azından Ben'in kendi kaderini tayin eden, kendi zihnine sahip olan bir varlık olduğunu düşünmeye hazırız nedense. Acayip olan bu işte, ve üzerinde düşündükçe gitgide daha da acayipleşiyor bence. Kendimiz hakkında böyle düşüncelere nasıl varıyoruz?
Bana öyle geliyor ki fikirler insanlık boyunca gel-gitler halinde yayılıyor.
Nereden geliyorlar peki?
Okur ve eleştirmenlerin bu seriyi, yani Canopus Argos'ta: Arşivler serisini sürükleyici (olduğunu umduğum) birkaç hikaye anlatmamı sağlayan, hem kendime hem de başkalarına sorular sorduran, bazı fikirleri derinlemesine incelemek ve sosyolojik olasılıkları değerlendirmek için kullanabileceğim bir çerçeve olarak görmelerini dilerim.
Tabi ki aslında bahsetmek istediklerim Kızıl ve Beyaz Cüceler ve onların Hatırlayan Aynası, (anti-yerçekimi gücüyle beslenen) uzay roketleri, refakatçi varlıkları olan Hadron, Gluon, Pion, Lepton ve Muon, ve Tılsımlı Kuvarklarla Renkli Kuvarklar.
Ama hepimiz de fizikçi olamayız ki...

Wednesday, March 24, 2010

Hast Thou Forsaken Me?

Times have been trying… Illnesses, deaths in the family, dead friends; life’s hardware and software, failing one after another. Strangely at times like these writing is not really a valid resort for me. On the contrary, it feels as if the whole carpet is pulled from under my feet and though it may sound depressing, it as at times like these that I become painfully –and exhilaratingly- aware of the tragedy we are all burrowed in. However, this realization also brings a clear sense of being alive; perhaps that’s why I do not resort to writing, which to me is so linked to the past, so linked to death. The task is not to imagine or re-create this death; it is to live it to the fullest.


I do not know if misfortunes are brought on by one’s own conceptions, there are some who say they are, as if we are in the center of the universe; summon or be summoned. I really have doubts about all these laws of attraction and such. True, subjects do conceive of things that might turn into self-fulfilling prophecies, but I find it extremely unfair to blame a person’s temporary inability to cope with what life brings simply on cognitive negativity. Life and the universe are far too complicated to boil down to a person’s wishes and aspirations. We may be extremely strong creatures, but we are also painstakingly weak and insignificant. I take comfort in this thought.


When disaster strikes me, it usually does so in a flurry of events that unfold one after the other in quick succession. I have had many friends who have remarked I must’ve been a horrible person in my past lives. I refer them to the Book of Job to re-think their convictions. It seems to me that tragic trials are a gift, even though they may be painful while experienced. Happiness is just a sordid trope that we invent to sustain ourselves, though this is not to devalue it. No one likes to wake from a pleasant dream, but we all eventually do. Just like trying desperately to scream while dreaming, we smile in waking life knowing it is a fleeting cover of what lurks beneath. But we smile, we always do, we always will. As Beckett so wonderfully put it, I can’t go on, I will go on…