bu da başımıza gelecekti demek...
sinemaların haftaiçi erken seanslarını ziyaret etmek uzun zamandır düşündüğüm birşeydi. bu saatlerde gelen insanların ilginç hayali durumlara beni sevketmesinin yanı sıra, bizim hanımın "kapalı alanlar ve egzibisyonizm" adlı doktora tezinin alan çalışmalarının hiç olmazsa öznel deneyim tarafını aradan çıkarmayı umuyorduk. salonda kimsecikler yoktu, yaşlı iki bayan, bir-iki çocuktan ibaretti. filmin bol gürültülü olması işimize gelecekti. en arka sıraya oturmaya davranacakken, makinistin dev camdan bizi görebileceğini bizim hanımın hatırlatmasıyla, bir alt sırada sağcanak koltuklara oturduk. tam yalnızlığını tadını çıkaracağımıza dair öngörülerde bulunuyorduk ki arka sıraya, tam da bizim vazgeçtiğimiz yere, gencecik şuh giyinmiş bir hanımkız, yanında kısa boylu, zakariyas modeli saçlı bir delikanlıyla oturdu. kötü talihimize lanetler okuyarak, dikkatimizi filme yönelttik.
filmin ikinci yarısının ortaların doğru yukarıdan koluma birşey damladığını hissettim. hanıma sordum, pek oralı olmadı. klima suyudur diye konuyu kendimce kapattım.
çıkışta kolumun üzerindeki lekeyi farketmem için bol ışıltılı bir yere oturmamız gerekti. hanıma bu kez, kendimin cevabından emin olduğum soruyu sordum:
-bu ne?
hanım dikkatle baktı, biraz dokundu, kıvamını hissedince,
-sümük, dedi.
ancak yanılıyordu.
koluma damlamış olan kıvamlı köpüksü maddenin zakariyas modeli daçlı delikanlının ersuyu olduğundan yüzdeyüz emindim. ani bir tiksintiyle kalktım.
hanım gülüyordu:
-bu sana bir mesaj olmasın bey? dedi.
bir cevap vermeden lavaboya yollandım. yolda, "boynuz kulağı geçermiş" diye düşünüyor, delikanlının locistik başarısına gıpta etmekten kendimi alamıyordum. hanımın doktora tezi böylesine bir şahitlikle mutlaka zenginleşecekti.
Saturday, June 25, 2005
Monday, June 06, 2005
climbing up the walls...
the kids are climbing up the walls... full proof that what we are doing may be somewhat unnatural...sadistic thoughts of leashes given out at the school gates...taking them out on a field trip to a faraway island and leaving them there...let the lord of the flies decide who stays and who comes back...and until then, we sit by the pool siping our cocktails, chirping birds on the branches above us covering us in a sleepy, melodic breeze streaming through the leaves, cushioning the sunlight.
Tuesday, May 31, 2005
morning rituals
morning rituals, as long as one has woken up in full health and ample slumber, are essential for the rest of the day. after years of black coffee usage in the mornings, this morning I have reverted to tea. infused while I was in the shower, tea turned out to be a very smooth and relaxing alternative to the spiky, strong taste of coffee. with a lump of sugar please dahling, it helps me wake up y'know...
Monday, May 16, 2005
sin city
dün sin city yi seyrettik aylin le. Aşırı karanlık ama bir o kadar da etkileyiciydi. Sanırım şimdiye kadar seyrettiğimiz en iyi çizgi roman uyarlamasıydı. Uyarlama aslında yanlış sözcük. Çizgi-film ya da Sine-roman ya da sine-çizgi tabiri uygun gelebilir. bruce willis in karanlık fon üzerinde sürekli hareket eden beyaz kravatı müthişti. Yapan yapıyor kardeşim.
Sunday, May 15, 2005
Bir önceki blog a ek...
Ballard'ın 1982 tarihli kehanetine bir de William Gibson'un aynı tarihte çıkan Neuromancer'ı da eklenebilir. O da ilk kez the net, matrix, cyberspace gibi kavramları kullanmak suretiyle, De Vigny'nin Chatterton adlı oyununda, lanetli şair Chatterton'a söylettiği "şairler, medeniyet denizinde, insanlık gemisinin rotasını yıldızlara bakarak çizen insandır" repliğini doğrular.
Değişen Türkiye filan...
Dün sayfası bol pazar gazetelerini karıştırırken gözüme her iki sayfada beliren şehir dışı kapalı devre yerleşke ilanları çarptı, country life, healthy life, bilmemne country tarzı isimleri olan bu kentçikler bana J.G. Ballard'ın 1982'de yazdığı Running Wild isimli kısa polisiye hikayesini hatırlattı. Hikayede, Londra'nın dışa kapalı, bekçili, yürüyüş patikalı vs. uydukentlerinden birinde, bir sabah bütün yetişkinler birbirinden hunharca, ama bir o kadar da şaşırtıcı şekillerde öldürülmüş bulunuyor; bütün çocuklar da kayıp... Kitap boyu süren araştırmanın sonunda bütün yetişkinlerin, kendi çocukları tarafında öldürülmüş olduğu anlaşılıyor. Bir nevi Sineklerin Tanrısı durumu. Tek farkı, ıssız ada yerine ıssız bir uydukent, ıssızlık da, çocukların kendi kendilerine yaşadıkları bir tür ruh üşümesi... Dışarıdan yalıtılmış bir hayat içerisinde çocuklar kendi doğruları ve yanlışlarını oluşturuyorlar, kendilerine uygun görülen bu yaşamın cezasını ebeveynlerine çıkartıyorlar. Ya da dış dünyayla karşılaştırabildikleri tek toplumsal ölçütleri olan televizyondan, şiddete dayalı bir dünya tanıyıp, bir klanlaşma içgüdüsüyle, bütün rakipleri yokedip, kendi bağımsızlıklarını ilan etmeye vardırıyorlar. her ne olursa olsun (ki Ballard'ın yaptığı yorum neydi hatırlamıyorum) hayatında belediye otobüsüne binmemiş bir sürü gencin olması övünülecek birşey mi bilmiyorum...
end of the year surprise
So it's the end of the year. So I thought I wouldn't have to get acquainted with new students. Well, I think again, I take over two classes. The sun smiles at me from my office window. Teenagers spill out spring pheromones and chirpy noises along with it. All is well with the world.
Subscribe to:
Posts (Atom)